Duyguları uçup giden kasabada, gri rengine boğulmuş evde doğup büyümüştü. Yaşamının tamamını geçirdiği odada konaklayan kararmış perdeler, onu her sabah daha derin bir karamsarlığa iterdi. Perdeleri her sabah açtığında içeri izinsiz giren efsunkâr ışık, gözlerini kör edesiye yakardı.
Ama alışmıştı artık. Alıştığı tek şey olsaydı keşke efsunkâr ışık.
Durumları kendilerine "zorla" yeten ailenin ilk göz ağrısıydı. Bir de kardeşi vardı eskiden. Rengini sanki vişneden almış yanaklarının yanında fidan boylu, yeşil gözlü, kumral saçlı bir kızdı. Karanlık hayatlarına melodili bir korna sesiyle, farlardan doğan ışığın birleşiminde oluşan beyaz renk koparmıştı onu hayattan. İnançsıza göre bir hiç, inançlıya göre bir melek olmuştu. Dünyadan yok olmuştu. O günlerden sonra abisi ise rutinleşmiş bir hayata, hayatta kalmak için sokulmuştu. Çünkü hayatı yaşayabilmek için çalışmak gerekti. Çalışmak için ise hayatı yaşayamamak.
Kervankıran yıldızının gözüktüğü vakit evinden ayrılır, tutardı şehrin yolunu. Yıldızların kapladığı gece vaktinde ise getirirdi gün sonunu.
Geceleri korkunç tren sesleri yüzünden uykusuz geçerdi. Bu sebepten huysuz bir şekilde uyanır, güne başlamaya hevesi olmazdı. Oysa hep sessiz sakin ve huzurlu bir hayata sahip olmayı dilerdi tanrıdan. Fakat kabul olmazdı hiçbir zaman. Bundan ötürü tanrıya da küsmüştü artık. Yapayalnız yaşamında tanrı da yoktu artık.
Doğmak gibi ölmek de pahalıydı ülkelerinde. Bu yüzden mezar yaptıracak ve mezarlığa yatıracak kadar durumları olmadığından orman kenarına gizlice defnedilmişti kardeşi. Her gün yalnız yatanın yanına gider, hıçkıra hıçkıra ağlayarak okurdu o gittikten sonra yarattığı şiirini:
“Eşlik eder ötesiz adımlarıma karanlık yollar,
Üstünde kül kalan; dün başlayıp bugün biten hayatlar.
*Parçalanmış hayatlar. Yalanlarla boyanmış.
Parıldayan meleğim, beyazlara sarılmış.
Sonra kırılmış kalpler; huzura eremeyince.
Solmuş çiçekler; yapraklarını dökemeyince.
Dökemeyince içini sen de kaybedecektin,
Ama daha başlayamadan hayata veda ettin,
Oysa, tertemiz kalbe sahip bir bedendin.”
Bu mısraları okurken kardeşinin onu duyup duymadığı hakkında pek olmazdı fikri. Fakat her gün istinasız okurdu ona şiirini.
Kendini bildi bileli yalnızdı hep. Bebekken anne ve babası vardı sadece. Okumayı öğrendi, tanrı geldi. Birkaç sene sonra da kardeşi oldu. Fakat arkadaşı olmadı hiç. Her gün değişen dünyaya ayak uydurmak zorundaydı. Başarmış sayılırdı. Ama başaramadı. Tam düzelecekken hayatı, kardeşi bir kaza sonrası uçtu göğe. Acısına dayanamayan anne ve babası, kardeşiyle buluştular gökte. Daha sonra da tanrıya küsünce de kalmıştı yapayalnız şu çirkin dünyada. Yıllar günler gibi akmaya başladığında "Ben büyüdüm artık!" demişti. Oysa daha 18 yaşında bir çocuktu. Yaş olarak küçüktü belki, evet, ama yaşadıklarından dolayı dağlardan da yüce bir olgunluğa sahipti. O ki kalbine gömüp içerde ağlayandı. O ki gözyaşına ulaşamayan.
Seneler artık günler gibi değil de saatler gibi aktığı vakit otuzuna basmıştı. Ama geçen 12 sene içerisinde o hâlâ aynıydı. Artık o çocuk değil de adam olmuştu.
Bir de paltosu vardı. Hiç eksik etmezdi üstünden. Çünkü soğuktan koruyacak başka bir şeye sahip değildi. Kimse adını bilmezdi. Bu yüzden ona "Paltolu" diye hitap ederlerdi.
***
İş çıkışı Paltolu, bir kez daha saatine baktı. Ardından hızlı adımlarını devam ettirdi. Adımlarını ilerletirken yıllar önce kardeşini yitirdiği kaza canlandı kafasında:
İçinden şen şakrak gürültülerin çıktığı arabanın içine bakınca anlaşılıyordu gürültünün sebebi. 4 kişilik bu çekirdek aile mutluluklarına erecek gibi, yüzlerindeki muhteşem bir gülümsemeden kopan, radyoda çalan şarkının sözleriyle kimi zaman yola kimi zaman birbirlerine bakarak Tanrı’nın bile unuttuğu bir yolda deniz mavisi bir Golf tarzı arabada müthiş bir seyahat geçiriyorlardı. Çevrede bulunan tek yaşam belirtileri, kendileriydi. Radyoda şarkılar birbiri ardınca hız kesmeden seslerini çapraz bir şekilde örülmüş plastiğin arasında kalmış köşesiz kare şeklindeki deliklerden, ufak tefek cızırtılarla duyurmayı başarabiliyordu. Neşe dolu şarkıların ardından bir şarkı başladı. “…güz yağmurlarıyla, bir gün göçtün gittin. İnanamadık Gülpembe… Bizim iller sessiz, bizim iller sensiz olamadı Gülpembe…” Araba halkı suspus kesilmişti. Hepsinin kendilerinden de çok sevdiği, içlerinden kiminin babaannesi, kiminin öz annesi olarak gördüğü kayınvalidesi, kiminin de öz annesi olan Gülpembe Anne göçeli 2 ay olmuştu. Hala gözlerinin önlerinden gitmiyordu Gülpembe annenin son nefeslerini verirken yavrularına sarılmaya çalışması. Herkesin kafasında aynı düşünce seyir ediyor, herkesin gözünden aynı yaş süzülüyordu.
Ölüm çok farklı bir şeydi tabi. Kimi zaman ayrılık, kimi zaman kavuşma, Kimi zaman mutluluk, kimi zaman derin bir hüzün. Ölüm de bir hayattı aslında.
Ardından hiçbir kelime edilmeden yola devam edildi. Kimisi uyumuş, kimi ise halen yolu seyrediyordu. Direksiyon başındaki Buluç ise gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. Tam çaprazında oturan Paltolu ise uykusuz bir şekilde yolu seyrediyordu. Onun gözünden karanlığın yürek burkan tonlarını yok etmeye çalışan ay ve yıldızların pek başarılı olduğu söylenemezdi. Çevresi tamamen ıssız, insancıl hiçbir yaşam belirtisi bulunmuyor gibi görünen bu yolun çevresine ay ve onun dostu olan yıldızlara yardımcı olmak için dikilen beşerî aydınlatmalar bile beceremiyordu bu işi. Onlar da yalnızlıktan ölüp gitmişlerdi bu ıssız ve karanlık yolda.
Yavaş yavaş güneş kendini göstermeye başladı. Yolculuk devam ederken, ailenin her bireyi yavaş yavaş uyanıyordu. Göğe berrak bir mavilik hakimdi. Etrafları yemyeşil türlü güzelliklerle kaplıydı. Anneannelerine yaklaşıyorlardı gittikçe. Hepsinin yüzünde müthiş bir gülümseme vardı. Birden etraf olması gerektiğinden daha fazla aydınlık oldu. Hiçbir şey yok. Sadece beyaz. Bembeyaz. Her-yer- bembeyaz. Hepsi göz çerçevesinde bulunan kemikleri kıracak sertlikte gözlerini kapattı. Kapalı gözlerinin önüne kollarını koyup önlerine eğildiler. Kollarındaki tüylerin yandığının farkındaydılar. Yere doğru eğildiler. Beyazlık azalmaya başlarken bir beyazlık daha belirdi. Bu sefer sesi de duydular. Kulaklarındaki o çınlamayı ben size tarif edemem. Hepsi kendini arabadan dışarıya attı ve soluksuzca koştular. Aralarından biri hariç. Ezgi. Paltolu’nun kız kardeşi. Küçük ayakları yerdeki taşı yenememişti. Ona takıldı ve yere düştü. “Abi!" feryadı saniyeler sürdü. Daha sonra sesi giderek inceldi ve kayboldu. Paltolu onu bulamadı. Ezgi orada yanarak öldü. Paltolu bugüne kadar bunun vicdan azabını çekerek geldi. Annesi ve babası da bu olayın ardından acı denen o illet duyguyu yenemeyerek Ezgi’nin yanına kıvrılıp, uyudular. Paltolu ise, kardeşinin öldüğü gün öldü. Fakat ne zaman gömülecekti kendisi, bilmiyordu. Paltolu, kardeşiyle beraber, hiç değilse anne ve babası ile birlikte gömülmek isterdi.
Yüzüne vuran ağır su damlası, Paltolu’yu tekrar gerçek dünyasına döndürdü. Bulutların gözyaşları, gözünü kısmasına sebep oluyordu. Duraksadı. Rahatlama edasıyla derin bir oh çekti. Havaya bakarak elini kaldırdı. Damlalar, eline delip geçecekmiş gibi hızlıca çarpıyordu. Hoşuna gitmişti. Daha sonra, sağındaki eve doğru yürümeye başladı. Geniş ve yeni yeni soğumaya başlamış cebine elini soktu. Hemen sonra cebinden bir şakırdama sesiyle birlikte anahtarlarını çıkardı. Ardından kapı deliğine sokup döndürdü. İçeri girdi kapıyı kapayarak. Elini saçlarına soktu ve iyice bir salladı. Yanaklarından süzülen damlalar gözyaşını anımsatıyordu. Daha sonra ileriden gelen adım seslerine doğru baktı. Gördüğü silüet tanıdık geliyordu. Biraz daha yaklaştığında ise kim olduğunu anladı.
Kafasının boşalacağına inanarak kafasını salladı Paltolu ve söze kendisi başladı;
"Neden buradasın" dedi kızgın bir edayla. Kadın çirkin bir şekilde sırıttı, sustu. Elini ileri götürdü, yüzüğünü gösterdi. Bu sefer Paltolu'nun yanağından aşağı inen damlalar saçından değil de gözünden süzülüyordu. Sert fakat bir o kadar çaresiz bir şekilde baktı gözlerine kadının. Elindeki anahtarı şiddetli bir şekilde yere fırlattı. Tam konuşacaktı ki gözleri yine doldu. Susturdu kendini. Eliyle gözünü sildi. Son bir kez daha baktı kadına. Bu bakış diğerlerinden farklıydı. Eğildi yere ve anahtarını aldı yavaşça. Bunu gören kadın anahtarı kaptı elinden. "Bu evi benim üstüme yapmıştın. Hatırlamıyor musun?" dedi çekimser bir şekilde kollarını bağlayarak. Bunun ardından Paltolu, kapıyı kıracak gibi çarpıp dışardaki soğuğa büründü. Elini cebine soktu. Evsiz barksız yapayalnız kalmıştı yine. Yaşadığı hayat onu çok yormuştu. Acıyı çok iyi tatmıştı. Hayatın ne demek olduğunu biliyordu artık. Artık daha fazla yaşamasına gerek kalmadığını düşündü. Etrafına baktı; çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Derin derin baktı oraya. 5 dakika sonra en ucunda bulmuştu kendini. Ayaklarını denize doğru sarkıtarak oturdu. Hem ağladı hem güldü. Biraz da sorguladı, düşündü. Daha sonra elinin üşüdüğünü fark etmesiyle beraber, elini paltosunun cebinde buldu. Eline sert ve yumuşak şeyler değdi. Çıkardı baktı. Bir yıpranmış yırtık bir peçete, bir de marka logosunun silinmek üzere olduğu kurşun kalem. Açtı peçeteyi ve başladı yazmaya:
Kayıkların, sandalların dolaştığı bir yerdeyim.
Sessiz ve yorgun bir haldeyim.
Bakıyorum etrafıma, kimse yok,
Tek kalmışım yine.
Artık bulandı yürek, amansız bir kire.
Susuyorum fakat duyuyorum sizleri.
Kendinize iyi bakın, kapıyorum gözleri.
Sonsuz bucaksız bir uçurumdayım.
Önümde gri bir sis, veda etti gökyüzü.
Kurtuluş yok, kötü bir firardayım,
Dinlemeliydim, anlamlıydı her bir sözü.
Yok oldum, özgürüm, gidiyorum.
Koydu şiirlerini cebine. Paltosunu çıkardı ve bıraktı oturduğu yere. Kalemini koydu üstüne. İhtiyacı olan kullanırdı belki. "Ezgi! Geliyorum canım benim.” diyerek haykırdı. Son kez baktı çirkin dünyanın içine doğan mavi denize. Birazdan ölüm kokacak olan bu yerin, artık güzel anılara gebe olamayacağını anladı; Ezgi'yi düşündü ve bıraktı kendini mavilerin içine.
***
Paltolu bir nehir gibi çaresiz, yorgun ve umarsız bir şekilde yol aldı yaşamak dedikleri döngünün içinde. Kayboldu. Paltolu'nun narin bedenini 7 ay sonra tesadüfen buldular. Aramamışlardı bile çünkü kimse fark etmemişti göç ettiğini.
ve Paltolu tertemizdi. İçindeki tüm benliği ve o benliğinin temizliği vücuduna vurmuştu sanki. Kıyafetleri suyu çekerek dibe batırmıştı onu. Her ne kadar dibe batsa da, dipte iken, daha yüksekteydi yaşadığı yaşamından.
ve gülüyordu Paltolu. Hayatlarına doğan melodili kornaya inat, aşkını güzel bahşedemediğini o yüzden kendisinden ayrıldığını düşündüğü eski sevgilisine inat, kendisini dibe çeken yaşamının yüklendiği ağır kıyafetlerine inat, yırtık mendil parçasına yazdığı son mısralarına inat gülüyordu. Mavi Golf'ün içindeymişçesine gibi gülüyordu, Ezgi ile berabermişcesine...