Tüm bu anlatılamaz kargaşada çıkan her bir sesin, ne tiz ne de pes olmasının bir önemi vardı çünkü tüm bu seslerin boğukluğu, kaçan martıların ve atılan bombaların ayrımını yaptıramayacak kadar sisliydi. Etrafında cesetler diziliydi. Üniformasının üzerindeki kan lekeleri ise muhtemelen öksüzdü artık. Üzerinde biriken kanların oluşturduğu nemin yarattığı hissiyattan yara alıp almadığını da bilmiyordu. Acı hissediyordu fakat bu acının tamamen soyutsal olduğundan şüphesi yoktu. Sırtını siperin kum çuvallarıyla saklanmış ve ipler ile sandal misali bağlanmış saf odun parçalarına dayamıştı. Ayaklarını uzatmıştı. Gökyüzüne bakıyordu şaşkınlık ile. Şaşırmasının sebebi böyle bir kıyametin içerisinde gökyüzünün halen mavi kalabilmesiydi. Kafasını eğdi hafiften. Karşıdaki tepelerin üstü hâlâ yeşildi. Gözünü kapadı, yeşillikleri duymaya çalıştı; serçelerin mırıltılarını, yaprakların hışırtısını… Olmadı. Tek duyabildiği boğuk seslerdi, ama bu seslerin yeşilliklerden çıkmadığı aşikârdı. Tekrar baktı; gökyüzü hâlâ mavi, tepeler hâlâ yeşildi. Muhtemelen aşağılarda bir yerlerde olan boğazın suları da hâlâ maviydi; yok, orası çoktan kırmızıya boyanmış olmalıydı. Ama o anda fark ettiği şey dünyanın insanlara özel bir yer olmamasıydı. İnsan da bir canlıydı sonuçta, ne farkı vardı diğerlerinden? Tek seferlik hayatında geçirdiği 20 seneden sonra neden burada olmak zorundaydı? Ormandaki kuşun böyle bir zorunluluğu var mıydı? Yaşama içgüdüsü olamazdı bu zorunluluk çünkü insanların birbirine saldırmasının ve kan dökülmeden zafer olmamasının hayatta kalmak ile zerre alakası olmadığına emindi. Sağına baktı, solunu gördü; soluna baktı, sağını gördü. Kıl bile çıkmamış bu yüzlerden kanlar akıyordu. Arkasında bulunan düşman olarak vurgulanan askerler de aynı şekildeydi muhtemelen, genç ve ölü. Her biri farklı bir insan, her biri farklı bir dünyaydı. Bu arada cidden neden düşman deniliyordu onlara? Yaşıtlardı, hepsi insanlardı; aynı dünyayı paylaşıyorlar, beraber gelişiyorlardı. Yılanın düşmanı kartaldı, sineğin düşmanı kurbağaydı, geyiğin düşmanı kaplandı; peki insanın düşmanı neden insandı? Bir şey yanlıştı, başkalarının hataları yüzünden bilerek öl(dürül)meleri ne kadar doğal, ne kadar mantıklıydı? Hem siperini paylaştığı insanlar için düşündü bunu, hem siperini patlattığı insanlar için. Belki değiştirebilirdi bir şeyleri, belki karşıda öldürebileceği bir insan kendisi ile kafa yapısı tamamen uyumlu olan, tanışsa belki de çok iyi arkadaş olabilecek birisiydi; bunu nereden bilebilirdi, onu neden öldürmeliydi? Gitmesi gerekliydi, değişim gerekliydi, kime gideceğini ne yapacağını ve ne olacağını bilmiyordu ama zamanla yolunu bulacağından ve fikirler doğuracağından emindi. Önce uyuşmuş bacaklarını dizleri ile doğrulttu. Sonra batan toprakların izlerini taşıyan avuçları ile yerden destek alarak yavaşça ayağa kalktı. Arkasını dönerek kurtarmak istediği ve düşman olarak vurgulanan insanlara baktı; gülümseyen temiz yüzlerini hayal edişi, buruk ifadesini sıcakkanlı bir tebessüme çevirdi. O, tebessümünün ardından gelen bombada ölen yedi askerden biriydi.
Tüm bu anlatılamaz kargaşada ölen her bir insanı ne dost ne de düşman olarak tanımlamanın önemi vardı çünkü tüm bu biriken kan göletleri ya da gözü açık cesetler dostun ya da düşmanın ayrımını yaptıramayacak kadar aynıydı. Genç, insan ve ölü.